Sevgili hemşerilerim, ildaşlarım, gardaşlarım nasılsınız…
Yoldaşlarım demiyorum, çünkü onun bir anlamı da siyasi yol arkadaşlığı, dava arkadaşlığıdır.
Bakın, Kerkük türküsünde ne diyor?
Kalenin dibinde bir daş olaydım
Gelene gidene yoldaş olaydım
Bacısı gözele gardaş olaydım.
Atma bu daşları ben yaralıyam
El alem al giymiş ben karalıyam.
Kalenin dibinde üç ağaç incir
Elimde kelepçe boynumda zincir
Zinciri sallama kollarım incir.
Atma bu daşları ben yaralıyam
El alem al giymiş ben karalıyam.
Normal zamanda bile bana dokunan bu türkü, 12 Eylül sonrasında çok daha dokunurdu.
Malatya Ticaret Lisesinde öğretmen olan eşimle evlenip benim görev yaptığım ile, Rize’ye tayinini istemiştik.
Herkes evlenince eş durumundan memleketine gelir, ben eşimi bulunduğum yere getirmiştim.
Doğu Karadeniz’in şahaneliğini görsün, bir süre yaşasın diye.
Çünkü anlatmayla anlaşılabilecek bir güzellik, bir başkalık değildi.
Ben Rize İmam Hatip Lisesindeydim.
Onun tayini de Rize Lisesine çıktı.
Müftü Mahallesinde, cadde üzerinde bir ev tuttum.
Arka pencerelerinden, iki yüz metre ilerideki Karadeniz’e bakıyor, ön pencerelerinden, caddenin öte tarafındaki Rize Lisesinin bahçesine.
Öyle ki, Kardiyolog Güney oğlumuz kucağımda, pencereden, okulun bahçesinde, eve gelmekte olan annesini gördüğünde coşkudan ona doğru atılır, havalara hoplardı.
Rize’ye gelmemiz, eve yerleşmemiz üç gün olmuştu.
Dördüncü gün, sabahleyin, maaşımı almak için okula gidecektim.
Hanıma dedim ki,
-Şimdi gideyim, bana diyeler ki ‘Hocam sana maaş falan yok!’
Okula gittim.
Mutemet Osman Beyin odasına girdim.
O zamanlar, aylıklar okuldan, mutemet denen memurdan alınırdı.
Osman bey de çok güzel bir insandı; şen, şeffaf kalpliydi.
Güzel Karadeniz fıkraları anlatırdı.
Osman beyin yüzü, benzi beni görünce solmuştu sanki.
-Osman bey maaşım dedim.
-Hocam, size zahmet müdür beyin yanına gider misiniz dedi.
-Osman bey, niye Müdürün yanına gideyim? dedim.
-Hocam oraya gidin lütfen dedi.
Peki dedim, üst kata çıktım, müdür beyin kapısını çaldım odasına girdim.
Müdür bey de beni görünce bir çeşit oldu. Ellerini birleştiriyor, açıyor, “Hocam” diyor, bir şeyler söylemek istiyor.
-Müdür bey, ne var , ne oldu söyleyin dedim.
-Hocam, Sıkıyönetim Komutanlığı görevinize son vermiş. Şu yazıyı imzalar mısın? dedi.
Teksir makinasından çıkmış, yarım A 4 büyüklüğündeki kağıdı uzattı.
Aldım, “görevime son verildiğine ilişkin emri” imzalayıp tebellüğ ettim. Müdür bey,
-Hocam, devamlı adresinizi de yazınız dedi
Niyazi Mah. No:52 Malatya diye bizim hep kullandığımız dedemgilin evinin adresini yazdım, müdüre de,
-Rüşvet yiyen, yolsuzluk yapan bakanlar, valiler, kaymakamlar görevinin başındayken, benim görevime son vereleri kınıyorum dedim, tokalaştım çıktım.
Beş yüz metre kadar ötedeki evimize giderken, sıcağı sıcağına şu değerlendirmeyi yaptım:
-Ben bu dünyaya, sosyal bilgiler öğretmenliği yapmak için gelmedim. Başka işler de yapabilirim dedim.
Eve geldim. Sevgili hayat yoldaşıma, durumu anlattım, “Böyleyken, böyle” dedim. O da tarihi konuşmasını şöyle yaptı:
-Canın sağolsun, dünyanın sonu değil ki! dedi.
Durum buydu. Sonuç buydu. Gelecek buydu.
Tabii hakkımı aradım.
Rize valisinin yanına gittim. Sıkıyönetimin atadığı valiydi.
Çok güzel karşıladı. Oturttu.
Milli Eğitim Müdürünü aradı. Benden için,
-Temiz yüzlü biri dedi. Bu nitemi ilk kez duymuştum.
Tabii yapacak bir şey yoktu. Yani Valinin, Müdürün elinde bir şey yoktu çünkü.
Görevine son verilenler, kendi görevlerine bir daha dönemeyecekleri gibi başka bir kamu işinde de çalıştırılamazdı.
Yani, ayrıldığım okulda hademe olarak da çalışamayacaktım.
Ben bunun içinde, “Kimse, hiçbir makam döndüremez ama onu görevden alan irade döndürebilir” diye bir açık kapı bulmuştum.
Nitekim, hiçbir kanun değişikliği olmadan, yirmi iki ay sonra görevime iade edilmiş, aynı okulumda başlatılmıştım.